22 Aralık 2013 Pazar

BEING PANDA


"Nadir de olsa telefonum çalıyor... "Mutlu musun?" diye soruyorlar.

"Mutsuz değilim" diyorum...

 Ardından -hiç talep olmamasına rağmen- nasıl mutlu olabileceğime dair nasihatleri sıralamaya başlıyorlar. Genelde bu nasihatler 2. çoğul şahıstan ziyade 2. tekil şahısa sesleniyor ve sokağa çıkmam, sosyalleşmem, hatun bulup çılgınlar gibi sevişmem konusunda bir hayli ısrarcı oluyorlar. 

Nesli tükenen bir hayvana verilecek öğütlerin eşdeğerlerini art arda, ezbere bir şekilde sıralıyorlar. Onlar için basit bir pandadan pek farkım olmadığını anlarken bir yandan düşünüyorum:


Sektöründe öncü bir firmanın vereceği "KURUMSAL ŞİRKETTE X POZİSYONUNDA ÇALIŞACAK PANDA AYISI ARANIYOR" ilanındaki tüm niteliklere sahibim.

Siyahım...Beyazım...Tüylüyüm... Yakışıklı değil ama sempatiğim...Sikindirik bambu yiyerek 150 kg olabiliyorum... (Su içsem yarıyor durumu da son derece uyuyor yani.) Daimi bir melankoli de cabası... Sosyal hayatla alıp veremediğim şeyler var... Evlenip çocuk yapmak ise çok uzak bir ihtimal...

Karşı tarafa yeterince hak verdikten sonra teşekkür edip telefonu kapatıyorum.

Hatlardan karşı telefona dialogun bittiğine dair 3 kesik "bip" sesi gidiyor.
Sinirlerimdense beynime uzun "dıııııt"ların arkasına saklanmış küfürler.

Çünkü ben biliyorum, mutlu olmak için atılan adım peşinde mutsuzluğunu da getiriyor. Eskiden anlatırdım. Ancak pandaların aslında haber kuşaklarının sonlarına koyulması için yaratılmış hayvanlar olduğunu ve bunun dışında kimsenin zerre sikinde olmadığını anladığımdan beri bıraktım."

YALNIZ DONLU

Koskoca hamburgerinden devasa bır ısırık aldı. 

Her akşam televizyonu daha iyi görüyor diyerek koltuğun karşısındaki sehpasında yemek yerdi. 

Sağında duran yemek masası dikkatini çekti.

Hakkaten de ne s.kime almıştı o devasa yemek masasını? Aynı anda en fazla 2 kişinin bulunduğu bir evde kenarlarından çekildiğinde ortadan uzayan at genitali gibi bir yemek masası bulundurmak hakikaten abesle iştigaldi.

"o son 4 sandalyeyi almayacaktım aga" diye düşünürken hamburgeri çiğnemeden yutmaya kalkmıştı. Kolasını masadan kaldırmadı, pipete doğru eğilerek bir yudum aldı.

"Her şey çok mantıklı da benim bir masam mı dert oldu mnaki" dedi kendi kendine.

Her sabahın kör saatinde uyanıp o nefret ettiği takımları giymek pek mantıklıydı sanki.

Tıraştan zımpara görmüş kedi g.tüne dönen yüzüne kolonya basmak neydi lan? 4 kuruş kazanmak için, 3 kuruş kazanan çalışana hayali kırbaçlar sallayan patronlar neydi?

Ağzından küçük bir lokma fırlayıp üzerindeki tek kumaş parçası olan boxerına düştü.

Eliyle alıp önündeki kül tablasına attı.

En son kız arkadaşıyla aylar önce görüşmüştü.
Arkadaşları dünyanın dört bir yanına dağılmıştı.
En yakın dostunun ruhu ise ikinci bir emre kadar dönememek üzere memleketine yollamıştı kendisini.

Şimdi hiç kullanmadığı 3 odası ve evin bir takım noktalarına serpiştirilmiş bir sürü "kalabalık ihtimali ihtiva eden" eşyası vardı. Akşam çökünce "bu hale nasıl geldim lan" konulu; sadece kendisinin katılımcı olduğu tartışma programı. Gecenin sonlarına doğru ise "opera kursuna yazılıp tenör olucam amk!" hayalleri. Yatmadan hemen önce "tenörle mücadele ekiplerinden" korkup bu hayalden dönmeye müteakip İstiklal Marşı'yla kapanış.

Kolasından içmek için bir kez daha pipete eğilip emdiğinde "föerş föerş" sesiyle beraber sulu kola dibi tadı geldi.

Kolası da bitmişti.

Hamburgerinin son lokmasını ağzına attı.

Dudağının kenarına bulaşan yalnızlığı peçetesiyle sildi.

Donluydu...

BEYİNLER... BEYİNLERİMİZ...



Bence beyin en kendini bilmez organ. Kendi hakkında bir belgesel izlerken şaşırıyor. "Ben bunu da yapıyormuşum lan" diyor. Yeri geliyor "aslında ben okusam çok fena olurmuşum" diyor. Hatta bazen iyice ileri gidip "sahibim bu olmasa ne acayibim lan ben" diye iyice pisleşiyor.

Bir dalağın veya böbreğin kendisi hakkında bir belgesel izlediğinde böylesine kendisine hayran kalıp şaşırdığını hiç görmedim ben. 

Hoş, onların da pek belgeseli yok zaten. İşte bu da beynin bir oyunu.