23 Temmuz 2015 Perşembe

#TBT

Yeni bir yılın başında,

Bilindik bir hikaye okunmuştu bana. Yine bir perşembe gecesiydi. Beyaz mis kokulu çarşaflar hatırlıyorum. Bir de en sevdiğim hikayeyi bana sesli okurken oynayan dudakları. 

---------------------------------------------------------

"…

İşe telefon açıp, “gelirken buğday al” dedi. “Naapıcan buğdayı kızım” diye sormadım.. Söylemezdi ki.. Dünyanın en sevimli delisiydi.. O öyle biriydi işte. Küçücük giz dolu oyunlar başlatırdı. Ne buğdayı, naapıcak acaba, nereden alıcam ben şimdi..
Merak etmeye başladığım anda kendimi çoktan oyunun içinde bulurdum.. Evet, oyun başlamıştı. Savaş’a “Buğday almam lazım, nerde satılır” diye sordum..
-Haa?
-Buğday
-Eee, nolucak buğday?
-Hiç.. Tavuk buldum da bi tane.. Buğday veriyim diyorum..
-Sittir lan..
Ciddi miyim diye gözlerime baktı.. ben de çok ciddi baktım..
-Gültepe’de bir civcivci var ama.. Buğday satar mı bilmem.. Daha çok suni yem olur onlarda..
-Yok, suni yem olmaz, buğday lazım.. Yumurtanın sarısı doğal renginde olmuyo o suni şeylerle.. Pis bi rengi oluyo.. En iyisi buğday..
-Ha bi de yumurtluyo.. Harbi tavuk yani, ciddi bi tavuk kimliğine sahip.. Bir ara ben de besledim.. Spenç tavuğu diyorlar.. Tam yumurta tavuğuydu.. Bazıları et tavuğu oluyor ya, pek yumurtlamaz onlar.. Bak ne diycem, esas darı sever hayvan.. Çift sarı çıkarır.. Darı al sen ona..
Oyun böyle bir şeydi işte.. O başlatırdı.. Hayatınıza aniden buğday, darı, tavuk, yumurta ve size “yedi kafayı” diye bakan bir sürü insan girerdi.. Komik, sürükleyen, ama paylaşılan giz nedeniyle bir o kadar da heyecanlı bir oyun..
Büroda durduk yere başlattığım tavuk geyiğine daha fazla dayanamadığımdan, buğday bulmak üzere çıktım. Buğday.. Noolcak acaba.. Kuruyemişçilerde var mıdır?
-Keşkeklik mi? Aşureye falan mı katçaanız?
-Ne?
-Buğday sormadın mı?
-Ha evet, olabilir..
-Sonunu dün sattım..Yok..
Hıyar kuruyemişçi! Lan madem yok, niye aşure mi keşkek mi car car ediyorsun.. sana ne.. Bu millet de bi tuhaf ha.. Buğday var mı, var.. Ya da yok. Bitti, bu kadar.. Sana ne ne olacağından. Az kaldı özel hayatıma giriyordu herif.. Hem bir tarım ülkesinde buğday bulmak bu kadar zor mu olur kardeşim.. Sinirleniyorum ama.. Hani lan bu ülke bir tahıl ambarıydı.. Adam başı buğday olması lazım.. Kendi kendime gülüyorum.. Biliyorum, o da gülecek.. Gülücez.. Öpücem sonra.. Sonra, sonra.. Noolcaksa o buğdaylar..
Mısırçarşısı’na gidiyorum, oradaki baharatçılarda kesin vardır.. bu arada, kendimi gerçekten tavuk gibi hissetmeye başladım.. Buğday arayan acıkmış bir tavuk.. Bık bık bık. Bıdaaak.. Aslında içimde garip bir mutluluk var. Her şeyi birden unutup bir avuç buğday için İstanbul’u dolaşıyor olmak içten içe hoşuma gidiyor. Onu bu yüzden seviyorum galiba. Bana da sıçrayan bir tılsımı var.. Her şey bombok giderken, nooluyosa bir şey oluyor.. Onun yarattığı illüzyona dalıp oyun oynuyorum.. Çocukmuşuz biz.. O, mısır saçlı, habire sümüğünü çeken afacan bir kız, ben dizleri yara içinde haşarı bi velet.. Dünyanın zillerini çalıp, vınnn kaçıyoruz.
Şimdi ne kadar alıcam ki ben buğdaydan.. Bir kilo yeter mi acaba? Evde tarım yapıcak diil ya, yeter herhalde.. Anlarmış gibi buğdayları karıştırırken yakaladım kendimi, iyisini seçicem sanki.. Neyse, aldık işte.. Bir kilo buğdayımız oldu. Yanında bir tane de ufak rakı. Manyağım lan ben.. Bariz manyağım..
“Geldi mi buğday” diye sordu. Gözleri ışık ışık.. Meraktan çatlıyorum ama, belli etmeden “ıhı” diye torbayı uzattım. Cadı! Aldı torbayı masanın üstüne koydu. Ne olacak şimdi bu buğday? Sormayacağım ama.. ”Naaptın” dedi.. Elinin körü.. Saatlerdir buğday arıyoruz herhalde.. “Toprak mahsülleri ofisine gittim canım. Taban fiyattan destekleme alımı yaptım..” Gülüyor. Her şey o gülsün diye zaten.. Bence onun kadar güzel gülebilen yoktur. Ama bu gerçek yani. Çok gülen insan gördüm ben. İşim gereği. Hakkaten bakın, ben bu konuda otorite sayılırım. Ben sizinle geyik çevirirken o kayboldu. Birazdan, elinde bembeyaz bir güvercin. “Bak şimdi “dedi; “Bu senin dilek güvercinin.. Ona avucundan buğday yedireceksin, sonra gagasından öpeceksin ve bir dilek tutup gökyüzüne bırakacaksın.”
Dedim ya, tılsımı var onun. Aniden güvercin de çıkarır, tutup yaşamınızı bi saniyede masala çevirir.. Bitmesin istersiniz.. “Bitmesin” diye dilek tutup güvercini gagasından öptüm. Balkona çıktık sonra. Pıt pıt kanat sesi.. Pıt pıt iki çocuğun yüreği.. Balkona yıldız tozları mı yağdı? Çok mu güldük.. peki çok gülmek iyi midir gerçekten.. Ağlar mı sonra insan.. Babaannem Deli Fadime’nin dediği gibi “Dünyanın düz murâdı yok” mu.. “Çok muhabbet tez ayrılık“mı peki.. Noolur “öyle diilmiş” olsun. Noolur bitmesin.. Pıt pıt.. Yüreğim.. Gece.. Yemin ederim, yıldız tozu yağıyor..
Ertesi sabah Kadriye oldu.. Espiri olsun diye bahar temizliğine girişti. Kadriye.. Onun masal kahramanlarından biri. Söylediğim gibi, yaşam bir oyun onun için. Gerçekle dalga geçer hep, sevmez sanki.. İlk Kadriye olduğunda yeni tanışmıştık.. yine işe telefon edip yufka ve çökelek istemişti. Buğday gibi değil, onları daha kolay buldum ve eve gittim. Kapıyı çaldığımda yeri siliyordu. “Ayağını çıkar kocacım” dedi, “yeni sildim”. Çok güldüm. Yufkayla çökelekten “yanmaz tavada sana böreği” yaptı, yedik. Sonra eline bir tığ alıp dantel örüyormuş gibi yapmaya başladı. “Delirdi” diye baktım. Saçlarına bigudi tuttururken “Naapıyosun yaa” diye sordum. “Nooluyo kızım”.. Garfield gibi gözlerime baktı. “Yarın eltimgil gelecek” dedi. Sonra güldü. Nasıl güldüğünü biliyorsunuz. O gün bana “annesi gibi” olmuştu. Ya da benim annem gibi. Oynuyordu. Başka bir şey. Herkesin “gerçek” diye bildiği şey, onun için sonuna kadar sahte ve saçmaydı. Komikti ama, ürkütücüydü. Yani hep oynanamazdı ki.. Eninde sonunda hayat “bööle bişeydi” işte.Yoksa değil miydi.. O Kadriye olup “çekirdek aileyle” dalga geçmeye başlayınca ben de rolümü aldım. “Fehmi” diye bir herif oluyordum. Çizgili pijamamı ayağıma geçirdiğim gibi biraları içip televizyon karşısında pıt pıt zapping yapıyordum. Gülüyorduk sonra. Kadriye ve Fehmi çekirdek rolünden çıkıp biz oluyorduk. Pıt pıt, iki çocuk yüreği..
Onun masal kahramanları bir tane değildi ki.. Bazen Müge ile Furkan olurduk. Aslında onlar bizim arkadaşımızdı. Ama o, onların ilişkisini sahte ve anlamsız bulurdu. “Kola alır gibi işte, birbirlerini ve herşeyi tüketiyorlar.” Müge olduğu zaman “Eskeyp’e gidelim mi, Trafo’ya zıplayalım mı diye sorardı. Ama asla gitmezdik. Onun dünyasından çıkamazdım. Ben çıkmak ister miydim peki? O zamanlar bu soruyu kendime hiç sormadım. O, “dışarıdakiler”i öyle iyi biliyor ve anlatıyordu ki, ara sıra “dışarı kaçtığımda” bile onunla oyun oynuyormuşuz, o bana “gerçeğin masalını anlatıyormuş” gibi olurdum..
Ha bir de, en önemlisi “öpücük balığı” vardı.. Onun en yalın ve samimi hali. “Ben öpücük balığıymışım” deyip yanağıma bin tane masum öpücük konduruyor, dakikalarca pıt pıt pıt öpüyordu. Öpücük balığı, öpücük balığı, pıt pıt pıt..
Masallar biter mi, biter işte. Arasına reklam girecektir, güzellik maskesi takılacaktır, savaş vardır, birileri öldürülecektir, birini kör bırakacaksınızdır, birinin yüreğini söküp atacaksınızdır.. Zehirlenecek denizler, ağlatılacak çocuklar.. İşiniz vardır yani, öyle önemli, öyle vazgeçilmezdir ki.. 
Bir gün bana “gitme” dedi.. Ama hep öyle derdi.. “Yelkovan dokuzun üstüne gelinceye dek.. Bu şarkıdan iki şarkı sonra..” Hiçbir keresinde bırakmazdı beni. İyi, tamam, oynadık, bitti. Dönüşte yine oynarız.. Dinlemezdi.. ”Bak şimdi bu çerez tabağını dökücez; leblebiler saatmiş, üzümler dakika, fındıklar günmüş ama.. Sayalım, o kadar sonra git..” Pazarlık ederdim. “Fındık gün diilmiş, leblebi saat.. ona tamam.” “Peki” derdi. Sonra aniden nereden bulduğunu bilmediğim tek şamfıstığını çıkarıp “peki bu yılmış, yıl olsun“ derdi. “Yüzyılmış tamam mı, ölüm gelinceye kadarmış..”
Üzümleri, leblebileri falan sayardık sonra. Tek şamfıstık, o yüzyıldı.. O ölümün geldiği zamandı. Onu pek tartışmazdık. Onu açar, yarısını yer, yarısını bana yedirirdi. Sonra, sonra o öpücük balığı ve ayrılık..
“Ben gidiyim” dedim.. Sesi boğuktu.. ”Gitme” dedi.. Ama söyledim. Hep öyle derdi.. Giderdim sonra. Döndüğümde oradaydı, bilirdim. Yine “gitme” derdi..
“Gitme” dedi.. Gözlerinde yaş tomurcukları, birazdan duracak dünyalar, sanki hepimiz ölücez. “Bu kez gitme”..
Gitmesem olur sanki.. “Ama bunun sonu yok ki” dedim.. “Yok işte salak “dedi.. ”Hep sonunu istiyorsun. Sonu, bittiği yer, tükendiğim zaman.. Yerine yenisini tüketmeye başlayacağın zaman.. Bu kez gitme işte.. Gitme..”
Karşısında bir çocuk gibi duruyorum.. İçimden bir çocuk o duvarı tırmanıp aşmaya çalışıyor ama olmuyor.. Birileri yıllarca ördü o duvarı.. Annem koydu bir tuğla, sonra babam.. Dayım, öğretmenim, komutanım, patronum, radyom, televizyonum.. Gidicem ben, işim var işim.. Çıkıp sokak kedilerini tekmeliycem, yalan söyliycem, rakı içicem.. Hasan’a borcum var.. Tarık’la sözleştik, kaçıcaz hafta sonu, karı bulmuş.. İlknur iş arıyo sonra.. Resmen iş istiyo işte, aramıştır.. Onun yeri ayrı ama İlknur da fena değil şimdi.. İşim var.. İşim..
“Gidiyim ben” dedim.. Bu kez gözleriyle “Gitme” dedi.. Ben de ona “gözlerim sana mı kaldı” gibisinden baktım.. Tek mi sana kısmet olacak sanıyorsun benim “çivileyen bakışlarım”.. İşi var gözlerimin. Kritik pozisyonlara bakıcam, topa konsantre olucam, Top Secret’ı izliycem, günlük kuru yakından takip edicem.. İlknur’un kalçalarına bakıcam.. MTV’nin klipleri, savaşlar, siyah-beyaz yerli filmler.. İşi var gözlerimin..
Sonra yıldırımlar çaktı.. Hiç susmadım.. “Hayat masal mıydı yani?.. Dışarıda millet birbirinin gözünü oyarken, biz burada yanak yanağa.. Noolcaktı yani.. Leblebiden saat olur mu.. “Vakit” denen nanenin ne demeye geldiğini herkes biliyor artık.. İyi.. Pıt pıt pıt öpüşelim, sen beni seviyormuşsun, ben seni çok.. Ee, Anangil “Oturma odası takımını erkek tarafı alsın” dediğinde ne bok yiyecez peki? Öpücük balığını mı satacağız..” Nefes nefese sustum..
“Dışarıdakiler” dedi.. “Dışarıdakiler, bunu beceremez işte.. Öpücük balığını kimse alıp satamaz.. Sen bile.. Diyelim ki öyküsünü yazdın, beş para etmez..”
***
Bir varmıştı, şimdi bir yokmuş..
Nevizade Sokağı’ndayız, yol boyu meyhane.. Masanın altından İlknur’un elini tutuyorum.. Dördüncü kadehten sonra sayamaz oldum rakıları. Bir çingene, yanındaki masaya keman çalıp haykırıyor “Dönülmeyyz akşamıyyn ufuğuğun daiiz, vakiyyt çook geyç artık..” Elini darbukaya röntgen filminde her patlattığında gözümün önünde bi dudağı gökte bi dudağı yerde masal devleri görüyorum.. Gümm! Dev.. Güm! Lamba cini.. Güm! Haramiler..
Kocaman bir davulun üstünde küçük bir şey kırıntıları dökmüşler gibi, belki öpücük balığının yemleri onlar.. Hani onun en yalın ve sevimli hali gibi.. Gümm!.. Zıplıyor hepsi, gümm zıplıyor her şey.. İlknur’un göğüsleri kliplerdeki gibi havalanıp zıplıyor.. Uçuşup tekrar yerine düşüyor, tabaklar, yıldızlar, sigaram.. Canım yanıyor.. Sonra pıt pıt pıt.. darbukaya üç parmak darbesi vuruyor çingene.. Masalların sonunda gökten teklifsizce düşen üç elma bunlar.. Ben görüyorum, İlknur görmüyor, kimse görmüyor..
Müzik bitti.. İlknur bir şeye gülüyor.. Masanın yanı başında, tuhaf, simsiyah gözlüklü, başı sımsıkı bağlı bir kadın var.. O hep var Nevizade sokağında.. Elinde kocaman bir çerez kavanozu, sormadan, avucundaki çay bardağını kavanoza daldırıp, bardak dolusu kuruyemişi masamıza boşaltıyor.. cebimden para bulup kadına uzatıyorum.. Aklımda zamanın en acı tadı.. ”Peki kaç leblebi var bunun içinde teyze” diye soruyorum.. Kadının suratını yıllar bıçaklamış, sesinde hırıl hırıl alaycı bir öfke; “Manyak mısın sen koçum?” diyor.. İlknur gülüyor, benim gözüme üç elma kaçtı, masalların kötü kalpli cadısı avucumdaki parayı yolarcasına kapıp yan masaya seğirtiyor..
Az önce bir masal bitti, kimse bilmiyor.. Öpücük balığı bir iskelede, güneş altında çırpınıyor.. İlknur’un gözlerinin işi var, benim yüreğim kovulmayı çoktan hak etmiş, boşta gezer.. Uzaklarda bir çocuk, uyuyakalmış ninesini sarsıp “Bana masal anlat” diye ağlıyor..
Diyelim ki öyküsünü yazdım, beş para etmiyor."


Öpücük Balığı

Atilla Atalay

6 Temmuz 2015 Pazartesi

HİPOPOTAM HİLMİ VE YENİ RAKILI SOHBETLER

-Bu kadarı kafi hipocum
-Şalgam? Su?
- Su hipocum
- Sudan zarar gelmez abi.
- Şalgamdan gelir mi?
- Gelmez mi?
- Gelir be hipo. Şalgam can yakar. Haklısındır.
- Hayırdır abi?
- Derin mevzu. Girmeyelim be hiç gülüm.
- Eyvallah abi. Tek ciğer attıralım mı?
- Bazı masalar zaten tek kişiliktir be hipo. "O" kadın gibi. Yıllarca kurmayı öğrenirsin sen o masayı. Rakıyı ehlikeyfte sunmayı, kavunu buzla servis etmeyi, erzincan tulumunun en yağlısını seçmeyi, ekmeği kızartarak servis yapmayı, kuru dolmanın hasını, şalgamsız rakı sofrası olmayacağını öğrenirsin işte. O gelsin, otursun da beğensin diye. Sonra, tam oturduğunda. Yıkıverirsin masayı. 
-Salataya limon sıkayım mı abi?
-Sık amk! Sık! Muhabbetin içine sıktığın gibi kilo kilo sık!
-???
-İki teşbihin beliğini kırdırmadın...
- Çorumluluk var mı abi?
- "Beliğini" den mi anladın lan? Yok ama çocukluğumun bir döneminin Sungurlu'da geçtiği doğrudur. 
- İçelim o zaman
- İçelim hipocum! Yalnız rakı ağırmış.
- Sence bir hipopotamın kaldırabileceği en büyük ağırlık nedir abi?
- Ne bileyim. Bir karınca kendinin 62 katı ağırlık kaldırabiliyor sonuçta.
- Küsurlu salladın abi.
- Bozma işte... Ne diyorduk? Hah! Karınca mevzuu. Ben mesela 30 kiloyu yerden zor kaldırıyorum.
- O zaman ağırlık göreceli midir?
- Valla bizde ağırlık böyle y.rraam.
- Bence bir insanla, bir hipopotamın kaldırabileceği ağırlık aynıdır abi.
- ???
- İki insanın birbirini sevip; bunu birbirine söyleyememesi mesela.
- Hipo Bey, afrikanın damar fm'inden DJ lik teklifi mi aldınız?
- ksjsjsjsjsjsjsjdkd
- Peki ben senin sırtına binsem bu bir fabl olur mu?
- Sen konuştuğun için olur abi.
- Adam olmadığımdan mı?
- Aynen abi...
- Haklısın hipocum... Haklısın...

3 Şubat 2015 Salı

Düz Kapağı


Yıllar olmuş kendim için bir şeyler yazmayalı. İnsanlıktan asgari miktarda nasibini almış bir birey olarak bu beni tabii ki de şaşırtmadı. “bu sefer dersime günü gününe çalışıcam” benzeri bir motivasyon yalanıyla açtığım bu bloğa 3-5 yılda bir giri yapmam bile büyük bir başarı sayılır kendi nazarımda. Her hafta rejime başlayan insan klişesinin gerçek hayattaki bir tezahürü olarak bundan zerre gocunmam. 

Çünkü yıllar geçse de üstünden, değişmeyen tek değerim “düz adam” olmaktır.

Düz adam Konya ovasıdır, dertsizdir, tasasızdır. Rubik küp alıp; dağıtmadan masasına koyan adamdır. Çözüm odaklı, net ve aridir. Ayrıntılara takılmaz, tatava yapmaz. Düz adam okur, sonuç çıkartmaz. Bilgiyi yorumlamaz, gereksiz bilgiye harman kalmaz. Ek olarak yemeğe fazladan tuz katmaz, fast foodcuda ekstra sos için çıngar çıkartmaz.

Eyyyy! Bal dudaklı okur, sana burada saatlerce “düz adam” övmeyi çok isterdim lakin konumuz biraz farklı.

Velhasıl kelam, sayın okur, düz olmak da bir boyuta sahip olmayı gerektirir. En azından uzayın derinliklerinde bir yerlerde “x” veya “y” düzleminde 2-80 yatmış olmak lazımdır. Böylesine çok boyutlu bir evrende düz olmak sanıldığı kadar kolay değildir!

Karşı yönden gelen, tomruk yüklü bir “z” ekseni tam ortanızdan ikiye bölüverir bazen o düzlüğü. Sağınız nefret, solunuz aşk ile dolar. Konya ovanızda Richter ölçeğinin görev tanımının üstünde bir deprem olur. Dağlarınız mevlanıza dik uzanır. Her ayrıntıyı didiklerken, “oğlum Demirtaş’da iyi adam ama!!” derken yakalarsınız kendinizi. Bazı bazı “BEN BU YEMEĞİN TUZUNUN GÖLÜNDEKİ CANAVARI S.KERİM ULAN!!” diye bağırasınız gelir. Bir ranch sos için, aylık 600 tl ye çalışan çelimsiz insanların ağzına plastik tepsiyle “POPARRRTT” diye vurmak istersiniz.

Olur yani… Olmaz değil bunlar.

İşte bünyede bu semptomlar görüldüğünde, acilen en yakın yalnızlığa başvurmanız önerilir. Yalnızlığı okul koridorlarında boy boy dizilmiş ve her birinde bir harfi olan kırmızı kovalar üzerinde bulabilirsiniz. Acil durum anında kırılması gereken otobüs camının üzerinde, tayyarelerde acil çıkış kapısını açmaktan sorumlu olan yolcuda veya bir inşaat mühendisliği öğrencisinin sakalında da bol miktarda bulunur bu meret.

Yalnızlık en anlayışlı sevgilidir. Döndüğünüzde hep oradadır. Bilgisayar oyununda mühimmatınız bittiğinde, elinizde kalan sonsuz mermili tabancadır. Sistem geri yükleme seçeneğidir, reset tuşudur. Sudur. Düzlük olmanın bekasıdır. Her şey bittiğinde elinizde kalan tek boyuttur. Başlangıçta sahip olduğunuz, bittiğinde sizin olacak tek varlığınızdır.

“Bu yazıdaki anlam bütünlüğünü s.keyim” demenizi sağlar. Hatta “Sonuç paragrafına kafam girsin”dir. 

SAYGILAR











22 Aralık 2013 Pazar

BEING PANDA


"Nadir de olsa telefonum çalıyor... "Mutlu musun?" diye soruyorlar.

"Mutsuz değilim" diyorum...

 Ardından -hiç talep olmamasına rağmen- nasıl mutlu olabileceğime dair nasihatleri sıralamaya başlıyorlar. Genelde bu nasihatler 2. çoğul şahıstan ziyade 2. tekil şahısa sesleniyor ve sokağa çıkmam, sosyalleşmem, hatun bulup çılgınlar gibi sevişmem konusunda bir hayli ısrarcı oluyorlar. 

Nesli tükenen bir hayvana verilecek öğütlerin eşdeğerlerini art arda, ezbere bir şekilde sıralıyorlar. Onlar için basit bir pandadan pek farkım olmadığını anlarken bir yandan düşünüyorum:


Sektöründe öncü bir firmanın vereceği "KURUMSAL ŞİRKETTE X POZİSYONUNDA ÇALIŞACAK PANDA AYISI ARANIYOR" ilanındaki tüm niteliklere sahibim.

Siyahım...Beyazım...Tüylüyüm... Yakışıklı değil ama sempatiğim...Sikindirik bambu yiyerek 150 kg olabiliyorum... (Su içsem yarıyor durumu da son derece uyuyor yani.) Daimi bir melankoli de cabası... Sosyal hayatla alıp veremediğim şeyler var... Evlenip çocuk yapmak ise çok uzak bir ihtimal...

Karşı tarafa yeterince hak verdikten sonra teşekkür edip telefonu kapatıyorum.

Hatlardan karşı telefona dialogun bittiğine dair 3 kesik "bip" sesi gidiyor.
Sinirlerimdense beynime uzun "dıııııt"ların arkasına saklanmış küfürler.

Çünkü ben biliyorum, mutlu olmak için atılan adım peşinde mutsuzluğunu da getiriyor. Eskiden anlatırdım. Ancak pandaların aslında haber kuşaklarının sonlarına koyulması için yaratılmış hayvanlar olduğunu ve bunun dışında kimsenin zerre sikinde olmadığını anladığımdan beri bıraktım."